ManşetÖzel HaberlerSiyasetYazarlar

Gençler, Faşizm ve Filistin

Kıbrıs’ta çok sorunlar var biliyorum, ama kaçınılmaz olarak bu hafta kendimi bulunduğum ortamdaki gerilimlere kaptırmış durumdayım.

Kıbrıs’ta çok sorunlar var biliyorum, ama kaçınılmaz olarak bu hafta kendimi bulunduğum ortamdaki gerilimlere kaptırmış durumdayım.

Sorun Kıbrıs’ın aslında çok yakınında ama uzağındaymışçasına çoğu Kıbrıslının es geçtiği Filistin’deki durum. Aslında hem coğrafi olarak hem de onlarca yıl çözülememiş bir etnik sorun olarak Kıbrıslıların daha çok ilgisini hak eden bir sorun. Dolayısıyla affınıza sığınarak bu konuyu biraz farklı bir açıdan dile getirmek istiyorum.

2003 Irak’ın işgali sırasında Amerika’da olduğumdan dolayı mecburen Amerikalıların konuya ne kadar kayıtsız kaldığına şahit olmuş, hatta bu konuda ciddi bir şaşkınlık yaşamıştım.

 Amerika’da üniversiteler genelde oldukça apolitikti, fakat bu kadar yanlış bir politikaya niye yüksek sesle karşı çıkılmıyordu anlamakta çok zorlanmıştım.

Kofi Annan üniversitemize gelip “Siz Amerikalılar nasıl olur da kendi koyduğunuz uluslararası prensipleri çiğnersiniz?” diye sorduğunda dahi ortalık sessizdi. Filistinli konuşmacıların nasıl üniversitelerde konuşmalarının engellenmeye çalışıldığını, hatta engellendiğini görmek de beni oldukça şaşırtmıştı. Nitekim “özgürlükler ülkesi” Amerika’da herkes aynı miktarda özgür değildi. Her fikri özgürce ifade etmek de mümkün değildi. Bu da iyi bir Amerika dersi olarak hafızama yerleşmişti. Malum, Türkiye ya da KKTC gibi yerlerle kıyaslandığında Amerika için yine de özgür diyebiliriz. Filistinli konuşmacılar Amerika’ya gelebiliyorlardı, havaalanından sınır dışı edilmiyorlardı!

Gelelim bugüne…

16 sene sonra Amerika’ya zorunlu dönüş yaptığımda beklentim fazla değildi, ama bazı şeyleri ciddi şekilde değişmiş buldum. Apolitik bıraktığım ülkeye geçen süre zarfında bir şeyler olmuştu. Sanırım üzerlerinden geçen dört senelik Trump tecrübesinden sonra bir uyanış yaşanıyordu. Ne yazık ki toplumun bir yarısı bu uyanışı yaşarken, diğer yarısı da tam tersi bir gericiliğe ve popülizme batmıştı. Dolayısıyla döndüğümde siyasi kutuplaşmayı yükselmiş, üniversiteleri de politize olmuş buldum. Üniversitelerde çeşitlilik ve eşitlik konularındaki hassasiyet muazzam bir şekilde artmış, öğrenciler pek çok sosyal konuda üniversite yönetimlerine karşı talepkâr olmuştu.

 Derslerde ırk, cinsiyet, eşitsizlik, Amerikan emperyalizmi ve hatta kapitalizm dahil her konuda bilinçli ve sorgulayan bir gençlik vardı karşımda. Ama şaşırmamak lazım, çünkü ülkenin tamamında değilse de en iyi okullarında yıllardır eleştirel düşünceyi geliştirmeyi eğitimin en önemli hedefi yapmışlardı. Belli ki bu amaca ulaşılmıştı. Bunun testi de Gazze oldu.

7 Ekim’in hemen ardından oldukça sakin olan kampüsümüzde aniden gerilim arttı. Öncelikle Yahudiler İsrail’i destekleyenler ve desteklemeyenler şeklinde ikiye bölündü. Birbirlerine karşı çok kibar olduklarını da söyleyemeyeceğim. Sanırım en büyük sarsıntıyı onlar yaşadı. Sonra birisi bizim üniversiteden olmak üzere üç Filistinli üniversite öğrencisi Vermont’da bir ırkçı tarafından vuruldu. Herkes serinkanlı olmaya çalışıyordu ama moraller fena halde düştü. Ardından protesto yürüyüşleri, rektörlüğe asılan pankartlar ve iki hafta süren rektörlük işgali vuku buldu. Bu süreçte üniversite rektörü hemen hemen her gün öğrencilerle görüşüyor, taleplerini dinliyor ve ortalığı yatıştırmaya çalışıyordu. Ne rektörlüğe asılan pankartlar zorla indirildi, ne rektörlük işgali zorla sona erdirildi. Hiç alışık olmadığımız şeyler!

Harvard ve Columbia gibi oldukça büyük üniversitelerde eylemlerin boyutu çok daha büyüktü. Sonra ne mi oldu? Durum üniversiteden üniversiteye değişse de eylemlere katılan öğrenciler baskı görmeye başladı. Bazı öğrenci toplulukları ve aktiviteleri yasaklandı. Üniversitelere yüksek miktarda bağış yapan İsrail destekçisi iş insanları bağışları kesmek tehdidinde bulunuyordu. Öte yandan protestoculara antisemitizm suçlamaları yapılıyordu, çünkü İsrail’i eleştirmek antisemitizm oldu! Sonra en iyi üç üniversitenin (Harvard, MIT ve Pennsylvania Üniversitesi) rektörleri (hepsi kadın) kongrede ifade vermeye çağrılarak aslında en çok da kendileri ırkçı olan cumhuriyetçi kongre üyeleri tarafından antisemitizm sorgulamasına tutuldu. Zira öğrencileri ses getiren protestolarına inatla devam ediyordu. Bu sorgulamadan hemen sonra Pennsylvania Üniversitesi rektörü, az sonrasında da MIT rektörü istifa ettirildi. Bu arada Filistin taraftarı paylaşım yapan bazı kişilerin işlerinden olduğu haberleri de olağanlaştı. Tüm bunları hayretle izledik. Özetle, 2003’te doktora öğrencisiyken Amerika’da yaşadığım şaşkınlığın bir benzerini tekrardan yaşadım.

Olumlu tarafından bakarsak genç Amerikalılar kendi devletlerinin İsrail’e verdiği koşulsuz desteğe karşı çıkmak üzere gerek sokaklarda gerek üniversitelerde eylemlerine devam ettiler. Gençlerin bu isyanına saygı duymamak mümkün değil. Aslında en çok da barışçıl Yahudi öğrencilerin ve görece “koyu renklilerin” (yani zenciler ve diğer beyaz olmayanların) başı çektiği devasa bir isyan dalgası başladı. Üniversite yönetimlerinin tüm baskılarına rağmen bu dalga büyüdü. En son Perşembe günü bu dalganın odak noktalarından biri haline gelmiş olan ve Gezi Parkı protestolarını andıran Columbia üniversitesinin çimenlerinde kurulmuş olan Filistin ile dayanışma kampı polis müdahalesi ile dağıtıldı, 100’den fazla öğrenci de tutuklandı. Aynı gün ben de bir başka üniversitede kendisi de Yahudi olan aktivist Naomi Klein’in muhteşem Filistin konuşmasını izliyordum.

Şöyle diyordu, “Faşizm hep vardı; ne Yahudi soykırımında birden ortaya çıktı, ne de bugün uzağımızda.”

Evet, emperyalist ülkeler sömürgeleştirdikleri ülkelerdeki insanları kontrol altına alırken de, İkinci Dünya Savaşı’nda da, Kıbrıs’ta Türkler gettolara sürülürken de, 1993’te Madımak’ta da ve hatta 22 Ocak 2018’de Lefkoşa’da da vardı. Farklı olana ve farklı düşünene saygı göstermediğimiz, ayrımcılık yaptığımız, zayıf gördüğümüzü yok etmeye çalıştığımız ve bunları yapanlara dur demediğimiz sürece de var olmaya devam edecek.

Kimin dediğini hatırlamıyorum ama biri “Eğitim soykırımı öğrenmek değil, yeniden ortaya çıktığında onu teşhis edebilmektir,” demiş. Geçen gün üniversiteler hakkında yazdığım yazımda biraz sorgulamaya çalışmıştım, nasıl gençler yetiştiriyoruz diye.

Birkaç hafta önce DAÜ’de düzenlenen ve birbirinden değerli konuşmacıları bir araya getirmiş bir Filistin paneli vardı mesela. Baktım çok az dinleyicisi vardı. Üzüldüm. Öğrencilerin hiç mi ilgisini çekmiyor, daha önemli ne işleri vardı da gelmemişler diye düşünmeden edemedim.

Günden güne daha sığ bir eğitimden geçmiş, okumayan ve sorgulamayan gençler çıkıyor karşımıza. Sistem de okumalarını, sorgulamalarını istemiyor zaten. Sorgulayanın başının belaya girdiği bir ortamdayız.

Ne var ki anlattığım üzere, dünyanın en gelişmiş ülkesinde bile durum böyle. Perşembe günü tutuklanan ve okullarından atılan öğrenciler de nasıl bir risk aldıklarını biliyorlardı, ama doğruyu savunmaktan da vazgeçmediler. Amerika zannettiği kadar özgür olamamış, ama toplumunu ileriye taşıyacak, toplumda ters giden şeyleri görüp değiştirme potansiyeline sahip, vicdanlı, geleceğini sahiplenen bir miktar genci yetiştirmiş durumda.

Ya biz? Üniversitelerdeki durum bir yana, okulda ve okul dışında din eğitiminin artmış olmasını biraz da bu yönden düşünmek gerekmez mi? Ya da bu eleştirel eğitimi vermeye çalışan öğretmenlerimizin sendikalarına yapılan saldırıları? Ve aslında bizim de düşünen, sorgulayan pek çok gencimiz var, ama çoğunu başka ülkelere ihraç ediyoruz. Bunun geleceğimiz açısından ne anlama geldiğini düşünmeye başlamamızın zamanı da geldi sanki.

Şans eseri Derviş Zaim’in “Gölgeler ve Suretler” filmini de tekrar izlemiştim bu hafta. Bazen bir kıvılcım yeter bir cehennemin içine düşmek için. Tek güvencemiz evrensel değerleri benimsemiş, düşünen ve vicdanlı nesiller değil mi?

YAZI/ YONCA ÖZDEMİR

Diğer Haberler

Başa dön tuşu